Prof. Dr. Alpaslan CEYLAN
Bugün burada, yalnızca bir edebiyatçıyı değil; bir kültür taşıyıcısını, bir fikir adamını ve milletlerin hafızasında silinmez izler bırakan bir düşünürü anmak ve anlamak üzere toplanmış bulunuyoruz. Cengiz Aytmatov, yalnızca Kırgız halkı için değil, tüm Türk Dünyası için ortak bir değerdir. Onu konuşmak, aslında hepimizi ve kendimizi konuşmaktır.
Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi olarak, böyle anlamlı bir etkinliği Cengiz Aytmatov Enstitüsü ve TÜRKSOY ile birlikte düzenlemekten onur duyuyoruz. Bu tür iş birlikleri, Aytmatov’un kurmak istediği o kültürel ve entelektüel köprülerin bugün de sağlam biçimde varlığını sürdürdüğünün bir göstergesidir.
Cengiz Aytmatov, 1928 yılında Talas bölgesinde dünyaya gelmiş, henüz çocuk yaşta babasının Stalin rejimi tarafından öldürülmesiyle acı bir yetimlik yaşamıştır. Fakat o, bu acıyı edebî derinliğe, bireysel trajediyi toplumsal bilince dönüştürmesini bilmiştir. Aytmatov’u yetiştiren çevre; bozkırın dinginliği, halk efsanelerinin derinliği ve Sovyet baskısının sertliğidir. O, halkının sesini modern romanın diliyle dünyaya duyurmuştur.
Bugünkü panelimizin teması olan "kimlik, bellek ve ortak kültür" bağlamında, Aytmatov’un en çarpıcı katkılarından biri, kolektif hafızayı edebiyat yoluyla koruma çabasıdır. “Mankurt” metaforu, sadece bir efsane değildir; kültürel köklerinden koparılmış, kimliğini unutturulmuş toplumlara bir uyarıdır. Aytmatov’un bu anlatısı, bir millete geçmişini unutturmanın, onu nasıl kendi değerlerine yabancılaştırabileceğini çarpıcı biçimde gösterir. O, hafızanın sadece geçmişe değil, geleceğe de ait olduğunu eserleriyle vurgular.
Cengiz Aytmatov, sadece Kırgız edebiyatının değil, bütün Türk dünyasının ortak belleğini taşıyan bir edebî hafızadır. Onun eserlerinde yer alan bozkır, yalnızca bir mekân değil; bir hayat felsefesi, bir kadim varoluş tarzıdır. At, kurt, ağaç, rüzgâr, masal ve efsaneler, Aytmatov'un dilinde sembollere dönüşerek bir milletin duygularını ve değerlerini taşır. Aytmatov’un kaleminde doğa, kültürel belleğin canlı bir öğesidir. Bu bağlamda, onun romanları, sadece hikâye anlatmakla kalmaz; kültürü, ahlâkı, tarihi ve kimliği yazıya döken bir bilinç aktarımıdır.
Örneğin, “Elveda Gülsarı” romanında, Gülsarı adlı at; sadece bir hayvan değil, geçmişle kurulan bağın, emeğin ve bozkır hayatının simgesidir. Atın ölümü, sadece bir varlığın değil, bir hayat tarzının, bir kültür biçiminin de sonudur. Gülsarı’nın sahibinin gözünden anlatılan hikâye, kolektifleştirme politikalarının birey ve toplum üzerindeki tahribatını derin bir hüzünle yansıtır.
“Beyaz Gemi”deki çocuk karakter, saf bir vicdanı ve masumiyeti temsil eder. Onun gözünden anlatılan hikâye, modernleşmenin ve sistemin geleneksel değerlere, inançlara ve doğaya verdiği zararı ortaya koyar. Göl kenarındaki geyik efsanesiyle birleşen bu anlatı, efsane ile hakikatin iç içe geçmesini sağlar. Çocuğun sonunda kendini suya bırakması, hayalleriyle birlikte geleneksel dünyanın da yok oluşunu simgeler.
“Dişi Kurdun Rüyaları”nda ise kurt, bu sefer merkezî bir metafor hâline gelir. Kurt, sadece bir hayvan değil; doğanın vicdanı, insana hesap soran bir varlık olarak çıkar karşımıza. Eserde doğanın diliyle insanın hoyratlığına karşı güçlü bir itiraz dile gelir. Dişi kurdun yavrularının öldürülmesi, sadece doğaya değil, insana ve onun geçmişine yapılmış bir saldırıdır.
Ve elbette “Gün Olur Asra Bedel”… Bu romanda “mankurt” metaforu, geçmişi elinden alınmış bireyin trajedisi olarak işlenir. Roman kahramanı Nayman Ana’nın, hafızasını kaybetmiş oğlunun elinde ölmesi, bir annenin değil, bir kültürün öldürülmesidir. Mankurtlaşma, Aytmatov’un deyişiyle, “kendi annesini tanımayan bir zihnin içine düştüğü en büyük esarettir.” Bu roman sadece bir uyarı değil, bir çağrıdır.
Aytmatov, halk anlatılarını, efsaneleri ve destanları yalnızca yeniden anlatmakla kalmaz; onları modern insanın ahlâk, kimlik ve varoluş sorularına cevap olacak şekilde dönüştürür. Bu yönüyle, edebiyatı bir kültürel diplomasi aracı olarak kullanır. Kırgız’dan Kazak’a, Özbek’ten Türkmen’e, Anadolu’dan Balkanlar’a kadar uzanan müşterek hafıza, onun eserlerinde yankı bulur. Dolayısıyla Aytmatov, bir romancı değil; ortak kültürümüzün yazıya dökülmüş vicdanıdır. O, dünü hatırlatırken yarını da şekillendiren; geçmişe sahip çıkarken geleceğe de yol gösteren bir kültür emanetçisidir.
Cengiz Aytmatov, yalnızca bir yazar değil, aynı zamanda birleştirici bir kültür köprüsüdür. Sovyet coğrafyasındaki Türk topluluklarının yaşadığı kimlik, dil ve hafıza kaybına karşı, edebiyat aracılığıyla ortak bir şuur inşa etmeye çalışmıştır. Onun eserleri bugün hem Kırgızistan’da hem de Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan gibi diğer Türk Cumhuriyetlerinde ortak duygulara ve tarihsel tecrübeye hitap etmektedir. Bozkırda geçen hikâyeleri, aslında Anadolu yaylasında, Kazak bozkırında ya da Türkmen çölünde yankı bulmaktadır. Bu nedenle Aytmatov’un dili yalnızca Kırgız Türkçesi değil; bütün Türk halklarının müşterek sesidir.
Aytmatov’un edebî etkisi yalnızca roman sayfalarıyla sınırlı kalmamıştır. Eserleri çok sayıda filme ve tiyatroya uyarlanmış; aynı zamanda sosyal bilimlerde kimlik, hafıza, tarih, ahlâk ve modernleşme üzerine yapılan araştırmalara konu olmuştur. “Elveda Gülsarı”, 1968 yılında Sovyetler’de sinemaya uyarlanmış ve kırsal değişimi görselleştiren etkili bir yapıt olmuştur. “Beyaz Gemi”, özellikle tiyatroda çocuğun bakış açısıyla efsane ile gerçek arasında kurulan bağı dramatize eden güçlü bir esin kaynağına dönüşmüştür. “Gün Olur Asra Bedel”, hem edebî hem felsefî yönüyle, insanın “zaman” algısını, modernleşme travmalarını ve evrensel yalnızlığını tartışan çok yönlü bir roman olarak kültürel teorilere de ilham vermiştir. Bugün üniversitelerde onun eserleri üzerinden kültürel kimlik, sömürge sonrası hafıza, gelenek-modernlik çatışması gibi konular işlenmektedir. Aytmatov, edebiyatla düşünceyi, halk kültürüyle felsefeyi buluşturmuştur.
Aytmatov’un mirası sadece geçmişe dair değildir; aynı zamanda bir gelecek vizyonudur. Onun çağrısı açıktır: “İnsan, yalnızca geçmişiyle değil, hatırladığı kadar geleceğiyle de vardır.” Bu söz, bize düşen sorumluluğu da hatırlatır. Eğer geçmişimizi unutursak, mankurtlaşma sadece bir efsane değil, bir gerçekliğe dönüşür. Aytmatov’un anlattığı hikâyeleri yeni kuşaklara aktarmak, sadece bir kültürel tercih değil, bir tarihî vecibedir. Bugün Türkiye’de ve Kırgızistan’da onun adına kurulan kurumlar, üniversitelerde düzenlenen paneller, eserlerinin farklı dillere çevrilmesi, genç nesillerin bu edebî ve fikrî mirasla tanıştırılması, bu sorumluluğun yerine getirildiğinin göstergeleridir. Fakat yetmez. Aytmatov’un çağrısı hâlâ günceldir; çünkü hafızasını yitiren toplumlar, yönünü de yitirir.
Aytmatov, kalemiyle halkını anlatmış; ama aynı zamanda halkının yönünü kaybetmemesi için edebiyatı bir pusulaya dönüştürmüştür. Bugün onun sesini duyuyorsak, bu ses sadece geçmişten değil; gelecekten bize seslenmektedir. Cengiz Aytmatov’un yalnızca geçmişimizi anlatmakla kalmadığını, aynı zamanda geleceğimize de nasıl bakmamız gerektiğini öğrettiğini bir kez daha hatırlatmak isterim. Çünkü Aytmatov’un bize bıraktığı en kıymetli miras; unutmamak, unutturmamak ve hatırlatmayı sürdürmektir. “İnsan, unutmak için değil, hatırlamak için yaratılmıştır,” der gibi konuşur onun satırları.
Bugün, geçmişin belleğini yitirmeden; kültürel kimliğimize, dilimize, tarihimize ve müşterek değerlerimize sahip çıkarak yarına yürümek istiyorsak, Aytmatov’u okumakla yetinmeyip anlamaya ve yaşatmaya da mecburuz.
Unutmayalım:
Mankurtlaşmamak için hatırlamalıyız.
Hatırlamak için anlatmalıyız.
Ve anlatmak için Aytmatov gibi susmamayı bilmeliyiz.